Öne Çıkanlar ingiltere londra Kur kktc koronavirüs avrupa chp haberleri ilaç ronaldo hamza arda turan

Bu haber kez okundu.

İbret Verici Bir Anzak Öyküsü

Avrupa gazetesinin sevgili okurları. Bugün  Cumhuriyet Türkiyesine müteffik! ezeli ve ebedi emparyal bir güc olan İngilterenin Gelibolu yarım adasından Boğazlara geçemek isterken amacı  “ hasta adam” dedikleri İmparatorluğu fiilen saf dışı bırakıp boğazlara hakim olup Anadolu topraklarını müteffikleri arasından paylaştırmak idi.

Dünyaya  ”Çanakkale geçilmez !” dedirten bu zafer, zamanın en modern ve güçlü savaş silah ve olanaklarına sahip olan düşmanlara karşı kazanılmış ve ileride vereceğimiz milli kurtuluş savaşımıza ilham kaynağı olmuştur.

Bu mucize zafer, binlerce km. uzaklarda içlerinde müslümanlarında bulunduğu sömürge askerleriyle  gelerek vatanına saldıran  siperlerinden sadece 8 m. ilerideki makinalı tüfekli düşmanına  gögüs, gögüse savaşan çoğu 15-16 yaşlarında okul öğrencisi Türk ordusunun eseridir.                                                       

Bundan önceki dört bölümde,bundan 99 sene önce Çanakkalede Alevisi ile Sunnisi ile Anodolu insanın yazdığı bir destanın bazı ibretlik kahramanlık hikayelerini okudunuz. 

Bu tarihi savaşta ecdatımızın dünyaya verdiği bazı insalık dersleride var. Bunlardan biriside, öldürdüğü Türk askerinin başını kesip ülkesine götüreceek kadar soysuzlaşan ihtilaf askerlerinin yanında Türk akerlerince esir alınan ve esareti sürecsince Türk askerinden gördüğü insani muamalede  etkilenip ülkesine döndükten sonra Türk Bayrağını koluna dövme yaptırararak ömür boyu  taşıyan ölümünden kısa bir süre öncede Ömer ismini alarak ve müslüman olan kadir ve insanlık  bilir Anzaklı bir Çanakkale gazisinin ibretlik hikayeside  var. İlgi ile okuyacağınızı umarım. 

Bu vesile ile zaman, zaman muktedirler tarafından acımasız ve bilinçsizce yağmalanan Cennet Vatanımızı canları uğruna bizlere armağan eden  şehitlerimizin aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliriz, Fatihalarımız onlar içindir, Ruhları şad olsun

ANZAKLI ÖMER                                                                                                  

(Avusturalyalı Josef Miller’in, Anzaklı Ömer adını alışının ibret verici öyküsü)

Bu yaşanmış öyküyü öykünün iki baş kahramanından birisi olan ve halen İstanbulda yaşayan, Dr. Ömer Musolu, şöyle anlatıyor.

“1957 yılında İstanbul Tip Fakültesi`den mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD’ye gitmiştim. Amerika`ya gittiğim ilk yıllar New York`da Medikal Center Hospital`da görev almıştım.Vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler... Yeni gelmiş doktorlar hemen doğrudan hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum.

Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında 'kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?' dedim. Adamcağız kanserdi ve ayni zamanda kansızdı. Kolunu açtım, Baktım pazusunda Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:

'Siz Türk müsünüz?' Kaslarını yukarıya kaldırarak 'hayır' manasına bir işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum.'Peki, bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?' Aldırma öylesine bir şey işte.' dedi.

Ben yine ısrarla: 'Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...' dedim. Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:

—Siz Türk müsünüz?

—Evet, Türk`üm.

İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı. Anlatmaya başladı:'Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye`de. Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarındandım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki:

'Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda. Birlik olup üzerlerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.'

Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katildik. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı Topladığı askerlerin tamamını Çanakkale`ye sevk ediyormuş. Bizi gemilere doldurup Mısır`a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale`ye getirdiler.

Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm! Öyle ki denize düsen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki, onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi?

İlk başlarda zannediyordum ki, İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil yüreklerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi yine püskürtüyorlar.

Tekrar taarruz ediyoruz... Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum! Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya. Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar.

İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerinden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok oldum doğrusu. Dedim ki kendi kendime: 'Bu adamlar isteseler beni su anda öldürürler ama öldürmüyorlar, Beni doyuruyorlar. Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Hâlbuki beni cephenin gerisine götürdüler.'Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla`Yazıklar olsun bana` dedim. Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim?

‘Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış` diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce. Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.'

Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: 'Talihin cilvesine bakin ki o zaman ölmek üzereyken yaralarımı iyileştirerek sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türklerdi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya’dan Amerika`ya gelirken bir Türk ile böyle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum.' Bu sözlerin ardından nemli gözlerle 'Bana adınızı söyler misiniz?' dedi. 'Ömer' cevabını verdim. Merakla tekrar sordu: 'Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?'

—Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.

—Senin adın Müslüman adı mı? Ben, 'Evet, Müslüman adı.' deyince yüzüme baktı, doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardim ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:

—Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller, idi ama şimdiden sonra 'Anzaklı Ömer' olsun.

—Olsun, dedim.

—Peki, hekim beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu? Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya Karar vermişti? Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş.

—Tabii' dedim. 'Müslüman olmak çok kolay.'Sonra kendisine imanın ve İslam`in şartlarını anlattım, kabul etti. Hem kelime-i Şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu. Mırıldandı:

—Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden teşbih çekerek Tanrı`yi ansam olur mu?' Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Tanrı’yı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Sonrasında bir tespih bularak kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti:

—Beni yalnız bırakma olur mu?

—Ne gibi Ömer amca?

—Ara sıra gel de bana İslam`ı anlat! Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor. O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum:

—Doktor Ömer, lütfen, 217 numaralı odaya gelin! Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi:

Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanıyla koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şahadet söylettim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti... Ne yalan söyleyeyim ağladım, ağladım, ağladım! ”

 Hüseyin Doğan / Londra

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.